Toplayamadım dağılan parçalarımı ben, kendimi tam da o halimle -olduğum gibi- ellerine bıraktım düşüncesizce. Zamanın beni yere sermek için; gördüğüm, dokunduğum, hissettiğim, güvendiğim ne varsa ayaklarımın altından çekip alacağını biliyordum ama düşünmedim işte etraflıca; güldüğünde kısılan gözlerini gördüğümde.

Ortak sorularımız, farklı cevaplarımız, anlatılmamış hikayelerimiz var, anlıyorum seni. Bir kabulleniş yaşıyorum sessiz sedasız, kendimce koyduğum kurallara uyarak.

Düşünüyorum.

O yorgun anların birinin ardından seninle ne olacağımızı düşünmüştüm. Sahi biz ne olacaktık? Gitmene az kalmıştı. Günü saati olmasa da az çok zamanı belliydi işte ayrılığımızın, sanki hiç birlikte olabilmişiz gibi dertsiz tasasız.

Arkan bana dönük, müzik setinin başında oyalanırken seni izliyordum. Ufak ufak sallanıyordu bedenin sağa sola, sol omzunun üzerinden bana bakıp gülümsedin ve döndün önüne. O an dedim ki; ne zaman gideceksin. Sessizce.

Yanılmadım yine.

Hayat garip değil, karmaşık, kötü, çirkin, yorucu değil. Biz öyleyiz ama. En basit şeylerden bile kaos yaratıp bu karmaşanın içinde kendimizi de sevdiklerimizi de boğuyoruz kurtaracağız diye. Hayat asla karmaşık değil.

O değil de ironik değil mi; acı içinde paramparça olup yerlerde sürünürken acıdan ölünmeyeceğini öğrenmek? Toparlayamıyorum dağılan parçalarımı artık ben. Üzerimden geçerken zaman, daha da ince kırılıyorum her yerimden. Tuzla buz, görünmez ve iyileşemez oluyorum her geçen an.

Affetmekten yorulur mu insan? Yoruluyorum.

Sebepsiz yere önce kalbim ağrıyor, ardından sebebi geliyor ağrımın. Korkuyorum. Yazıyorum, kağıda, kaleme sarılıyorum, yazıyorum. Beğenmedikçe daha çok, beceremedikçe daha çok anlatamıyorum. Yine de yılmıyorum.

Bildiğim tek şey beceremiyorum.

Avucumun içinde dururken parmaklarımı aralayıp bakmaya kıyamadığım ne varsa, kendi ellerimle öldürüyorum.