Minicik bir kasabaydı bahsi geçen evin olduğu yer. Hani hemen hemen herkesin birbirini tanıdığı ve hatta tanımasa dahi yoldan geçerken selamladığı, ola ki düşse elinden tutup kaldırdığı…

İki katlı; ön bahçesinde çeşit çeşit laleler olan bu evde geçmişti çocukluğu Rüya’nın. Babaannesinin yaşadığı bu ev her zaman mutsuzluğundan kaçtığı güvenli bir sığınak olmuş, her türlü felaketten korumuştu minik bedenini ve kırılgan ruhunu.

Bugün hala sağlam duruyorsa hayatta; o evin yatak odasında öğlen uykusuna yattığı yaşlarda -büyüdüğünde pek sevmeyeceği- dedesinin anlattığı üzücü başlayan fakat mutlu sonlarla biten masallar sayesindeydi. Öyle ya, masallar hep mutlu bitmeliydi! Gözleri yarı aralık uzanırken, camdan dışarıya bakıp hemen evin dibindeki o değerli -hep çok korktuğu ama buna rağmen garip bir şekilde varlığı güven veren- ceviz ağacının dallarını izlerdi. Ve nefret ederdi; camdan bakarken kargaların çatıdan çaldıkları cevizlerin gagalarından düşüp kafasına çarpmasından. Yine de kokusunu çok severdi o değerli ağaçtaki taze cevizlerin…

Yetişkin bir kadın olduğunda aklına gelen tek masal ise -büyüdüğünde dedesinin anlattığı gibi başrolde bir koyunun değil de keçinin olduğunu öğrendiği Grimm Kardeşlerin meşhur masalı- 7 küçük kuzusu olan koyunun masalıydı.

İyi kalpli anne koyun yavrularına yiyecek bulmak için evden çıkar çıkmaz, hemen kapı çalıyordu.  Anne koyun gider gitmez o acımasız kurt, kuzular için kapıda bekliyordu. Evet, Eve girip yavrucakları kandıran ve sonrasında hepsini bir bir mideye indiren hain bir kurdun masalıydı bu. İnanılmaz ve kâbus dolu masalı bir şekilde mucizeye döndüren ise yenilmekten son anda kurtulan 7. kuzu ve yediği yemekten ötürü rehavete düşüp uykuya dalan kurdun karnını kesip yavrucaklarını kurtaran anne koyun idi.

Küçük Rüya kocaman kocaman açtığı gözlerle mideye inmiş kuzuların sağ kurtulduğuna şaşırarak bir yandan da onlar için seviniyordu. Henüz beş yaşında olmasına rağmen kuzuların sağ kurtulabileceğine inanması hayli güçtü; fakat dedesini kızdırmak istemediği için hiç soru sormadan mutlu sona doğru koşarak ilerleyen masalı gülümsemesiyle onaylıyordu.

Ve minicik yüreğinin heyecanla atmasına rağmen beyninde bir şekilde oluşuveren düşünceler yumağıyla baş etmeye çalışıyordu. Bir gün bir kurt kapısına dayandığında ona asla inanmayacaktı! Asla, asla, asla. Eğer inanırsa yapayalnız kurdun midesinde kalacağından, kimsenin -özellikle de annesinin- onu kurtarmaya gelmeyeceğinden emindi!

İnandı.

Yıllar geçip, sözde yetişkin olduğu ilk an;

Karşısına geçip asla ona zarar vermeyeceğini ve masum olduğunu söyleyen herkese -istisnasız- inandı. Tüm yaralarıyla ve acılarıyla ruhunun olduğu yere yığılıp kaldığında -ve yanılmadığı gibi annesinin gelmeyeceği konusunda- elinden tutup o kurdun onu kurtaracağına da inandı. Masum olmadı evet, ama bu konuda asla yalan söylemediğinden belki de, karşısındakinin masumluğuna hep inandı. Bunlardan kimseye bahsetmeden kendisini ilmek ilmek işlediği ve asla ikinci bir kişinin sığmayacağı kozasını örerek kendini sakladı. Korkudan mı utançtan mı bilinmez… Ve o kozadan çıktığında yine inandı karşısında olan tertemiz görünen kurda. Tekrar ve tekrar.

Sonra ne olmuştu? Hangi ara büyümüştü hatırlamıyordu. Ne olmuştu da her şey sarpa sarmıştı? On üç yaşında babaannesinin karşısında otururken ne kadar da güçlüydü oysa ki. Nasıl böyle bir anda büyüyüp tek başına savaşmak zorunda kalmıştı tüm bu yalanlarla? On üç yaşında, o evde, tam orada. Babaannesi o en sevdiği yemekleri elleriyle yapıp yedirirken bir anda nasıl bu denli çabuk geçmişti vakit?

Ne zaman bu muhabere alanında sırtını dayayacak herkes yitip gitmişti? Yalnızdı. Lanet olsun ne zaman bu kadar çok yalnız kalmıştı? Bir türlü zihnini toparlayıp hatırlayamıyordu. Tanrım! Öylece, uluorta yapayalnızdı! Yetişkin olmanın önemini yitirdiği an, bu an, tam bu an; 5 yaşındaydı ve sağ çıkmayacağından emindi bu odadan! Emindi, adı gibi! Sahi adı neydi?


Hızlı hızlı nefes alırken uyandı.

Beş yaşında, ceviz ağacının dallarının camdan içeriye girdiği o lanet olası yatak odasında uyandı. Ve artık emindi. Büyüdüğünde -büyümek her ne demekse- yalnız olacaktı.

Ter içindeydi. Ve Ev bomboş. Bahçedeki salıncağına gidip sessizce sallanmak istiyordu, hepsi bu. Ve su!


Elini yüzünü yıkamak istiyordu. Önce koridor, sonra evin o koca banyosu. Birçok evde olmayan lüks bu banyoda vardı. Severdi bu yüzden. Suya dokundu, oyalandı da biraz. Yalnızca ağacın kıpırtısı ve evin kendi sesi geziyordu kulaklarında. Banyodan çıktı.

O an

Kapı çaldı…  

Masa Dergi  – Sayı 7