Bazı şeylerin nedenini anlamak için büyümek, acı çekmek, kırılmak, kırmak, can kırıklarına sahip olmak gerekiyor.

Eskiden hep bu “görücü usulü” evlilikler nasıl uzun sürüyor, ne kadar saçma diye düşünürdüm. Yani düşünsene sevgili okuyucu; birbirini hiç tanımayan iki insan!! Nasıl olur da mutlu olur?!!

Sonra yavaş yavaş büyüdüm. Karşımdakini tanıma fırsatına sahip olduğum şeyler yaşadım. Tanıdım sandım. Tanıdığını sandı karşımdaki beni. Her adımda bir şeyler sorun oldu. Her noktada yaklaşmak yerine uzaklaştık.

Büyüdükçe, yaralar edindik. Yaralar iyileşti belki ama ruhumuzdaki solgun pembelikteki izleri hiç geçmedi. Geçemedi. Hep yaralarımızı sarsın istedik gelen kişi. Ama hep O`nun da yaraları vardı sarılması gereken.

Sabrımız yoktu.

Cesaretimiz yoktu.

İyileşemeyen, arada usul usul kanayan, ince ince sızlatan yaralarımıza bi tane daha ekledi her giden. Minik bir firketeyle çizdi kimi, kimi daldı falçatayla umarsızca. Toplamaya, iyileştirmeye çalıştıkça dağıldı ruhumuz, tuttuğumuz yerinden elimizde kaldı.

Büyüdükçe eksildik.
Büyüdükçe yalnızlaştık.

Büyüdükçe öldük evet.

Herkes yaralarını iyileştirsin istiyor karşısındaki. Kimse, hiçbirimiz yara bere içindeki birini istemiyoruz ama. Hep benciliz. Üstelik bu kadar yalnızken, bu kadar birine ihtiyaç duyarken yapıyoruz bunu.

Deli miyiz kuzum?